my funny valentine.

geçen yürüyorum yine çölde. güneş tepemde, yakıyor resmen. üstümde bir tişört, elimde bir yıldız, altımda da rahat bir kot var. güneşin beni terletmesine gıcık oluyorum lakin iki kum tepesi ötede sevdiceğimin beni beklediğini bildiğimden devam ediyorum yola. nerden mi biliyorum? öyle tahmin edilmeyecek bir yanı yok canım. beş dakka önce bir sms atmıştı, ordan biliyorum. o mesajı okuduktan sonra da cep telefonumu attım zaten. neden attım şimdi hatırlamıyorum. şarjım bitmiş olabilir. iki kum tepesi ötede sevdiceğimin nergisleri suladığını görüyorum. bir özen, bir itina. canım benim. "boşver nergisleri" diyorum. takıyorum koluma, beraber yürüyoruz. az ötede bizim renklitelevizyon'a rastlıyoruz. hemmen açıyoruz. açmasak olmaz ki. petek dinçöz'ün programı var. arkada bir western müziği çalıyor hızlı. kadının biri basenleri eritmek için bir kaç hareket gösteriyor. sonra bir anda hülya diye bir türkücü, petek ve bir başka şarkıcı kadın halay çekmeye başlıyor. sonra hülya maykıl ceksın gibi dans etmeye başlıyor. herkes ayakta. biz de el ele tutuşup ondan geriye sayarak pozitif enerji yolluyoruz. lakin yanlış program olduğu için petek bu enerjiyi alamıyor. kapatıyoruz televizyonu. televizyon bir kutu oluyor birden. açıyoruz. yüzbinyetele. mutlu oluyoruz. enerjimiz boşa gitmemiş meğer. kutuyu da yanımıza alıp devam ediyoruz. serin bir rüzgar esiyor. güneşin kavuruculuğunu alıp götürüyor. sevdiceğim neredeysesanatgüneşi bülent abla'nın bile laf edemeyeceği güzellikte bir şarkı söylüyor. ne detone ne sürtone. devam ediyoruz yola. bir iki kum tepesi geçtikten sonra yoruluyoruz. hüüüfhüüüfhüüüf yapıyorum. dibinde durduğumuz kum tepesine çıkmak için basamaklar oluşturuyorum. bitince şöyle bir bakıyorum. ı ıh olmaz. sevdiceğim bunlara bastığı an yeni aldığımız ayakkabılarına kum dolacak, belli. hemen cebimden bir kestane çıkarıyorum. kuma atıyorum. kestane birden büyüyüp kocaman bir ağaç oluyor. önce sallıyorum ağacı, kestaneler bir bir yere düşüyor. sevdiceğim kese kağıdına dolduruyor birazını. sonra itiyorum ağacı tepeye doğru. devriliyor. tepeye çarparken kırılıyor dalları. merdiven oluyor. mistikliği bozmaması adına yürüyen merdiven olamıyor tabii ama işte olabildiğinin en iyisi. çöldeyiz, az kanaatkar olalım. çıkıyoruz tepeye. oturuyoruz en serin, en gölge yere. zatenkavrulmuş kestanelerimizi bana uzatıyor. kabuklarını soyup soyup ona veriyorum. hepsi çok güzel. manzaraya dalıyoruz. sarı deniz ayaklarımızın dibinde. "köpek balığı var mı acaba burda" diyorum. "olsa da ısırmaz ki bunlar" diyor. evet evet ısırmaz. yine de temkinli olmak adına yanıma bir kılıç alıyorum. atlıyoruz sarı suya. yüzyüzyüz. açılıyoruz iyice. yüzyüzyüz. karşı kıyıya vardığımızda bir bakıyoruz deniz mavileşmiş. son kez dalıp saçlarımızı ıslatıyoruz. kıyıda duran gardroptan en güzel kıyafetlerimizi seçiyoruz. birer de çok güzel ayakkabı. tamam. artık gidebiliriz. ormanda giderken kılıçla dalları kesiyorum, sevdiceğim kolay yürüsün diye yol açıyorum ona. kestaneler de çok susatmış bizi. bir bakıyoruz dağdan aşağı küçük bir akarsu iniyor. merhaba diyoruz. başıyla selamlıyor bizi. kocaman bir bardak koparıyorum ağaçtan. altına bakıyorum. paşabahçe. "zaten tüm bardaklar paşabahçe" diyor, sonra da iki eliyle kavrayarak içiyor akarsudan. tekrar selamıyoruz akarsuyu. o geçip gidiyor, biz de yolumuza devam ediyoruz. yol birden genişliyor, etrafta çiçekler beliriyor. geldik işte. karşıda evimiz. mutluluk doluyor içimiz. kapıdan girdikten sonra direkt üst kattaki odamıza gidiyoruz. hani kocaman penceresi olan, aydınlık oda. hah orası işte. camdan soğuk gelir diye yatağı da uzağa koymuştuk. sonra belki değiştiriz, şimdilik yeri iyi. "iyidir iyi" diyor. uzanıyoruz yatağa. yorulmuşuz. kumandanın üstünde duran tek kırmızı düğmeye basıyorum. müzik kaplıyor her tarafı. çalmaya başlıyor şarkı:

mary hopkin - those were the days.

biber dolması yemeliyiz. *

0 yorum:

Yorum Gönder